Yalanın alkışlandığı, hakikatin delilik sayıldığı bir çağda, en büyük direniş konuşmak değil; hâlâ inanmayı sürdürebilmektir. Çünkü bazen bir kıvılcım, koca bir karanlığı utandırır.


Karanlık, yalnız gecelerin değil, suskun yüreklerin de örtüsüdür. En yoğun olduğu anın, şafağın hemen öncesine denk geldiği söylenir; belki de biz, tam o sınırdayız. Ne tamamen karanlıkta kaybolduk, ne de ışığa varabildik. Çünkü karanlık artık dışarıdan değil, içeriden sızıyor; insanın kalbinden, korkularından, çıkarlarından. İnsan karanlığın nesnesi olmaktan çıktı; onu içinde taşıyan bir varlığa dönüştü. Artık karanlık, bir mekân değil, bir hâl… Ve ışık, bir zamanlar var olduğuna inanılan bir hatıraya dönüştü.

Bu çağda hakikat, bir değer değil, bir tercihe indirgenmiş durumda. “Doğru mu?” sorusu yerini “Kime yarar?” sorusuna bıraktı. İnsanlar artık gerçeği aramıyor; yalnızca kendilerini doğrulayacak yankılar arıyor. Herkesin fikri var, ama kimsenin vicdanı konuşmuyor. Düşünceler yüzeyde gezinirken, duygular yapay bir coşkunun içine sıkışıyor. Hakikati duymak istemiyoruz; çünkü hakikat huzurumuzu bozar, çıkarımıza dokunur, alıştığımız yalanları paramparça eder. Bu yüzden her şey daha sessiz, daha sığ ve daha yalan. Herkes konuşuyor ama kimse bir anlam taşımıyor. Çünkü anlam, gürültüde değil; sessiz bir vicdanın derinliğinde doğar. Ve biz, o sessizliği çoktan yitirdik.

Yine de tüm bu çürümenin, tüm bu sessizliğin ortasında bir şey hâlâ sönmedi: umut. Umut, küllerin arasında gizlenmiş bir kor gibidir; görünmez, ama dokunulduğunda yeniden parlar. Bazen o dokunuş bir kelimedir, bazen bir bakış, bazen de yalnızca “susmamayı” seçen bir yürektir. Gerçek devrim, meydanlarda değil; insanın iç dünyasında başlar. Çünkü bir insan korkusunu yendiğinde, bin insan cesaret bulur. Bir vicdan konuştuğunda, sessizlik duvarında ilk çatlak oluşur. Ve o çatlak, içeriye biraz ışık sızdırır.

Karanlık, aslında en çok ışıktan korkar. Belki de artık sormamız gereken soru, “Kim suçlu?” değil; “Kim susuyor?” olmalı. Çünkü kötülük sessizlikle büyür. Tarih boyunca karanlığı yırtanlar kalabalıklar değil, konuşmaya cesaret eden azınlıklar olmuştur.

Çünkü kalabalıklar çoğu zaman korkunun konforuna sığınır. Kalabalık, güvende hissettirir ama aynı zamanda vicdanı uyuşturur. Sessiz kalmak, bazen yalnızca bir korkunun değil, bir alışkanlığın sonucudur. İnsan, alıştığı karanlığı ışığa tercih eder; çünkü ışık, her şeyi görünür kılar. Ve görünür olan, artık inkâr edilemez. Oysa bazen insanın en büyük direnişi, gerçeğe bakmaktan kaçmamasıdır.

Suç, yalnızca yapanın değil; izleyenin, susanın, rıza gösterenin omuzlarında da taşınır. Bir haksızlık karşısında sessiz kalmak, kötülüğün ortağı olmaktır. Bu yüzden, suçlular kadar susanlar da tarih önünde aynı yargının altına girer. Tarihin en ağır utançları, sessiz kalabalıkların onayından doğmuştur. Ama aynı tarihte, bir tek sözün, bir tek direnişin, bir tek insanın karanlığı yırttığı anlar da vardır. Çünkü bazen bir ses, bin suskunluktan daha gür çıkar.

Bugün çoğumuz yorgunuz; ruhumuzla, inancımızla, umudumuzla sınandık. Belki de ışığın artık geri dönmeyeceğine inanıyoruz. Fakat unutmamak gerekir ki, ışık, inançsız gözlere görünmez. Onu görebilmek için önce içimizdeki perdeyi kaldırmamız gerekir. İnanmak, yalnızca umut etmek değildir; yeniden doğuşun ilk kıvılcımıdır. Çünkü karanlığa rağmen inanmak, insan kalmanın son sığınağıdır.

Gölgeler hep olacak; ama gölge yalnızca ışığın varlığında düşer. Yani gölgeler varsa, ışık da bir yerlerde hâlâ vardır. Mesele artık o ışığı bulmak değil, ona doğru yürüyebilme cesaretini gösterebilmektir. Çünkü zincirleri kırmak özgürlük değildir; özgürlük, zincirlerden kurtulduktan sonra başkasına el uzatabilmektir. İnsan yalnızca kendini değil, başkasını da özgürleştirdiğinde gerçekten aydınlanır.

Belki de artık kurtuluş, büyük devrimlerde, yüksek kürsülerde, kalabalık meydanlarda değil; bir insanın sessizce doğruyu seçtiği anlarda gizlidir. Gerçek değişim, kimsenin görmediği bir anda, bir yüreğin “artık yeter” dediği yerde başlar. Çünkü ışık, gürültüyle değil; fark edilmeden doğar.

Bir gün o ışık yeniden doğduğunda, gözlerini kapatanlar en çok acıyı onlar hissedecektir. Çünkü karanlığa alışan göz, ışığı affetmez. Ama yine de ışık, her şeye rağmen doğar; çünkü doğmak onun kaderidir. Ve insanlık, ne kadar karanlığa alışsa da, içindeki o küçük kıvılcımı tamamen söndüremez. İşte bütün umudumuz, o kıvılcımda saklıdır.


Kıssadan Hisse: “Son Kıvılcım”

Bir köyde, yıllar önce sönmüş bir ocak vardı. Kimse ocağı yeniden yakmayı denemiyordu. “Artık yanmaz,” diyorlardı.
Bir gün küçük bir çocuk, elindeki tek kibriti yaktı. Alev sönmeden ocağa dokundu; önce duman çıktı, sonra kıvılcım… Sabaha kadar köyün her evinde ateş yeniden yanıyordu.

Sabah olunca yaşlılardan biri sessizce fısıldadı:
“Bazen bir kıvılcım, koca bir karanlığı utandırır.”

Hisse:
Bir çağın karanlığını dağıtmak kalabalıkların değil, cesaret eden tek bir insanın işidir. Çünkü cesaret, önce kendi zincirlerini kırar; sonra başkalarına umut olur.