"Gölgelerin Fısıldadığı Bir Ülkenin Sessiz Çığlığı"

Bazı dönemler vardır ki, bir ülkenin kaderi yüksek sesle açıklanan kararlarda değil, kimsenin duymadığı fısıltılarda şekillenir. Siyasetin koridorlarında dolaşan ayak sesleri, bir süre sonra yerini görünmeyen adımlara bırakır. Zaman, kelimelerin değil, ima edilenlerin hüküm sürdüğü bir kapıya dönüşür. Ve o kapı aralandığında içeriye dolan rüzgârın taşıdığı şey, sadece haber değildir; çoğu zaman bir ihtimal, bir tehdit, bir hesaplaşma ve bazen de bir hatırlatmadır.

Türkiye gibi kadim coğrafyaların kaderi, çoğu zaman perdeyi açanlardan çok perdeyi tutanların ellerinde şekillenir. Bu yüzden bazı gelişmeler, olup bitmiş bir olay olarak değil, yaklaşmakta olan bir şeyin habercisi olarak hissedilir. Hangi masanın kurulduğu, hangi defterin açıldığı, hangi zarfın taşındığı çoğu zaman yalnızca görünen değildir; asıl olan, satır aralarında saklanan, kelimelere sığmayan, açıklanmayan kısmıdır. Bu saklı bölüm, bazen yıllar önce yazılan bir notun bugüne düşen gölgesi, bazen de geleceğin soğuk yüzünü bugüne taşıyan bir uyarıdır.

İşte bugün yaşananlar da tam olarak böyledir.

Türkiye’nin üzerinde dolaşan sessizlik, sıradan bir sessizlik değildir. Bu sessizlik bir hazırlığın, bir yeniden dizilişin, bir yer değiştirme hareketinin habercisidir. Bazı yüzler görünürken bazı yüzler gölgeye çekilir; bazı isimler sesini yükseltirken bazıları birdenbire fısıltıya dönüşür. İşte böyle anlarda, bir yıl önce yazdığım bir cümlenin bugün neden yeniden karşımıza çıktığını anlamak daha kolay olur: Çünkü bazı yazılar, zamanı geldiğinde yeniden kendini hatırlatır.

Ve işte şimdi, tıpkı o zaman söylediğim gibi…

Bir yıl önce kaleme aldığım “Sarı Zarf ve Kırmızı Defter” yazı dizisini sonlandırırken, Türkiye’nin yalnızca o gün içinde bulunduğu çalkantılı siyasi atmosferi, dalgalanan toplumsal ruh halini ve görünürdeki krizleri değil, aynı zamanda tüm bunların ileride hangi kırılmalara yol açabileceğini, yarınların hangi karanlık ya da aydınlık ihtimallerle karşılaşabileceğini söyleyen, satır aralarında bugünün işaretlerini barındıran bir çerçeve çizmeye çalışmıştım; bugün geldiğimiz noktada TBMM’de kurulan “Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu”nun İmralı’ya heyet gönderme kararı almasıyla, bir yıl önce kurduğum cümlelerin adeta geçmişten bugüne düşmüş bir yankı gibi doğrulandığını, o gün ortaya attığım soruların şimdi ete kemiğe bürünerek karşımızda durduğunu görüyoruz. Çünkü bazı süreçler, bazı siyasi hamleler ve bazı devlet refleksleri vardır ki, görünürde açık ve şeffafmış gibi sunulsa da gerçekte sahnenin önünde oynanan oyundan çok daha fazlasını kulislerde taşır; gerçek oyun ışığın vurmadığı, gözlerin görmediği yerlerde şekillenir ve bugün yaşananlar, tam da böyle karanlık bir sahnenin perdesinin yeniden aralandığına işaret ediyor.

Bir yıl önce “Sarı Zarf taşınıyor ama kimlere taşındığı bilinmiyor” derken, aslında bugünün zeminini tarif ediyor, zarfın bir gün yeniden dolaşıma sokulacağını, ama içindekilerin hiçbir zaman tam olarak açıklanmayacağını söylemeye çalışıyordum; nitekim bugün zarfın kimlere gönderildiğini artık biliyor olabiliriz, fakat içindeki mesajların ne olduğu hâlâ sis perdesinin ardında saklanıyor. Kimileri bu gelişmeyi bir demokrasi hamlesi olarak yorumlarken, kimileri yeni bir çözüm sürecinin kapısını aralayan politik bir manevra olduğunu savunabilir, ancak bu ülkede atılan hiçbir ciddi siyasi adım tek boyutlu değildir, hiçbir karar yalnızca görünen gerekçesiyle sınırlı kalmaz ve her hamlenin mutlaka ikinci, üçüncü bir anahtarı vardır; bu yüzden İmralı’ya gidecek heyetin taşıdığı zarfta yazılı olan mesajı kaç kişi biliyor ya da daha keskin bir soru soralım: O zarf gerçekten onların mı, yoksa bir yerlerden birilerine emanet edilen bir belge mi?

Benzer biçimde yıllardır metafor olarak kullandığım Kırmızı Defter de aslında bir sembolden çok daha fazlasıdır; bu defter, her kriz döneminde açılan, her kritik dönemeçte birilerinin adının yazıldığı ya da çizildiği, karanlık satır aralarında kaderlerin belirlendiği görünmez bir kayıt sistemi gibidir. Öcalan’ın yeniden muhatap alınması, bu defterin yeni ve önemli bir sayfasının açıldığını, bazı isimlerin yeniden gözden geçirildiğini, bazı siyasi aktörlerin konumunun değiştirilmek üzere masaya yatırıldığını gösteriyor. Şimdi sorulması gereken esas soru şudur: Kırmızı Defter’in bu yeni sayfasında hangi isimler bulunuyor, kimler öne çıkarılıyor, kimler silik bir cümleye sıkıştırılıyor ve daha da önemlisi bu satırları kim yazıyor?

Türkiye’de “devlet aklı” diye adlandırılan mekanizma, tarih boyunca kimi zaman milletin ortak iradesinden beslenmiş, kimi zaman ise gölgelerin içinde şekillenmiştir. Bugün atılan adımın gerçek bir devlet aklının mı yoksa uzun süredir bekletilmiş, zamanı geldiğinde devreye sokulan gizli bir planın mı ürünü olduğunu anlamak için henüz erken olabilir; ancak komisyonun kurulma hızı, heyetin şekillenişi, söylemlerin ani dönüşümü ve tüm tarafların ürkütücü sessizliği, bu sürecin sıradan bir siyasi gelişme olmadığını sezdiren güçlü işaretlerdir. Çünkü bu ülkede hiçbir kırılma anı yalnızca “barış”, “çözüm” ya da “kardeşlik” gibi yumuşak başlıklarla başlamaz; her kırılma, daha kapsamlı bir hesaplaşmanın, daha geniş bir projenin ya da daha stratejik bir planın bir parçası olarak devreye girer.

Bir yıl önce yazdığım o yazıda “Masada sizin adınıza oturanların kim olduğunu bilmiyorsanız, o masada size ayrılan yerden de emin olamazsınız” derken kastettiğim tam da buydu; bugün komisyon üyeleri masaya oturuyor olabilir, ama masanın gerçekten kimin tarafından kurulduğu ve sandalyelerin hangi amaçla dizildiği belirsizdir. Bu masa gerçekten halk adına mı hazırlanmaktadır, yoksa devlet dışı odakların uzun zamandır beklettiği bir planın yeniden ısıtılmış hali midir? Bugün görüşmeleri savunanlar kadar, buna karşı çıkanlar da çok iyi biliyor ki, bu masanın etrafındaki figüranlar görünenler değildir; masanın altında başka eller dolaşmaktadır ve o eller yıllardır aynı cümleyi fısıldamaktadır: “Türkiye’nin kaderi Türkiye’nin dışından belirlenemez.” Ne var ki sormadan da edemiyoruz: Belirleniyor mu?

Bir yıl önceki öngörülerimin bugün gerçek bir senaryoya dönüşmüş olması bir haklı çıkma duygusundan çok, duyduğum derin kaygının doğrulanmasıdır. Çünkü mesele isimlerin, komisyonların, siyasi figürlerin meselesi değildir; mesele Türkiye’nin kendi gölgesinin içine çekilip çekilmediği ya da birilerinin Türkiye’yi o gölgeye doğru itip itmediğidir. Bu sorunun cevabı önümüzdeki aylarda daha netleşecek olsa da şimdiden söylemek gerekir ki Sarı Zarf yeniden dolaşımda, Kırmızı Defter yeniden açık ve bu kez yazılan satırlar daha koyu mürekkeple, daha belirgin niyetlerle kaleme alınıyor.

Bugün “barış” söylemiyle hareket edenlerin yarın “pazarlık”la, bugün “diyalog” çağrısı yapanların yarın “bedel”le yüzleşme ihtimali vardır; çünkü bu coğrafyada atılan hiçbir adım bedelsiz değildir, hiçbir sayfa kimseye armağan edilmez, her satır birilerini taşır, birilerini gömer. Ve şimdi okurlarıma soruyorum: Kırmızı Defter’in yeni sayfasında kimlerin adı var ve çok daha önemlisi bu sayfayı kim yazıyor?

Tarihin yönü bu soruların cevabıyla belirlenecek. Çünkü tarih yalnızca kazananların değil, gerektiğinde masadan kalkma cesareti gösterenlerin de yazdığı bir hikâyedir. Bugün ise o cesaret, her zamankinden çok daha fazla ihtiyaç duyulan bir erdem olarak karşımızda durmaktadır.

"Gölgede Kalan Son Cümle"

Bütün bu anlatının, bütün bu soruların ve bütün bu uyarıların ardından geriye yalnızca tek bir gerçek kalıyor: Bu ülkede hiçbir defter gerçekten kapanmaz, hiçbir zarf gerçekten kaybolmaz ve hiçbir masa gerçekten dağılmaz. Sadece yer değiştirir, sahip değiştirir, anlam değiştirir. Bugün bize açıklanan kararların ardında başka kararlar, duyduğumuz sözlerin ardında başka sözler, gördüğümüz hamlelerin ardında başka niyetler olabilir. Ve bazen, en yüksek sesle konuşulan konular bile aslında üzeri örtülmek istenen başka bir hesabın gölgesidir.

Bu yüzden satır aralarında dolaşan soğuk bir rüzgâr var bugün; bu rüzgâr ne geçmişe ait ne de tamamen geleceğe. Bir yerlerde duran, bekleyen, zamanı geldiğinde yeniden ortaya çıkacak bir gölgenin nefesi gibi. Kırmızı Defter’in hangi sayfasının açılacağını, Sarı Zarfın bu kez kime taşınacağını, masanın hangi tarafının devrileceğini kimse bilmiyor. Ve belki de bilmemesi gerekiyor.

Çünkü bazı gerçekler açıklanmak için değil, hatırlatılmak için vardır. Bazı sorular cevap almak için değil, sorulmaya devam etmek için sorulur. Ve bazı yazılar vardır. Asıl anlamı okuyanların zihninde değil, sessiz kaldıkları yerde büyür.

Şimdi perde kapanmış gibi görünebilir.
Ama siz yine de kulağınızı sessizliğe verin.

Çünkü bazen sahne kapandıktan sonra duyulan tek bir fısıltı, bütün oyunun en kritik cümlesidir.

Ve o cümle henüz söylenmedi...